|
|||
![]() |
Örtü | ||
Uğur Demircan | |||
ugurdemircan@outlook.com | |||
Kar yağıyordu hızlı hızlı. Öğleyin başlamıştı; dinmemişti. Tutar bu, diyordu konuşmasına şahit olduğu insanlar. Onları duyuyor; durup dinlemiyordu. Duracak zamanı yoktu Cevher' in. Kaçmalıydı. Caminin yanındaki eski hamamın arkasında olup bitmişti her şey. Kaza değildi. Onu, 'bitirmeye' çıkmıştı evden. Paltosunun büyük cebindeydi eli, köprüye vardığında. Bıçak hâlâ elindeydi. Hava kararmıştı. Yerde biriken kar hem üşütüyor hem aydınlatıyordu. Etrafa bakındı; insanlar, evlerine koşturma derdindeydi. Onu kimse görmezdi. Bıçağı kanala fırlattığını kimse görmedi. Elindeki kanı, karla temizlediğini de... Yarım saat mesafedeki Seydişehir’e giden dolmuşu gördü. Arkadaşı Selim geldi aklına. Onda kalırım bu gece, diye düşündü. Tek yapabileceği oydu. El ederek, bindi. Bir saatte ancak vardılar. Kar şiddetini artırmıştı. Buraya daha fazla yağmıştı sanki. Belki de geldiği yer de böyleydi şimdi, bilmiyordu. Yollar kardan kapanmak üzereydi. Araçlar kayıyor, ufak kazalar oluyordu. Dolmuş, yolcularının ağırlığı sayesinde kaymadan gidebiliyordu. Kavşakta indi. Selim'in evini hatırlıyordu ya, buradan bakınca çıkaramadı ilk başta. İlk geldiği zaman, arabasıyla gelmişti. Eski arabasıyla. Mustafa'ya sattığı... Parasını alamadığı... Postane binasını görünce evin sokağını hatırladı. Aslında daha çabuk varırdı ama yolda yürümek zorlaşmıştı. Kayıyordu. Selim, hem şaşırdı hem sevindi onu görünce. Yemek yiyorlardı. Sofraya buyur etti hemen. Yerdeki büyük alüminyum tepsinin içi hamur kaplıydı. Tam ortasına bir tas çorba koymuşlar, kaşıklarına aldıkları hamuru çorbayla karıştırıp yiyorlardı. - Gel gel, kaynanan sevecek, Arabaşı çektiydik biz de. Malum ya, kar yağınca bizim aklımıza düşer hemen. Sobaya yakın yere buyur edildi. Sofrada Selim'in karısı, iki çocuğu, yaşlı anne ve babası vardı. Soba sıcak, çorba daha da sıcaktı. Sevmesine rağmen az yedi. Midesi iyi değildi. Çay faslı biterken, "Hayırdır?", dedi Selim. Halini fark etmişti. Ev ahalisini işaret ederek hafifçe, "Anlatırım" dedi. Çocuklardan büyük olanı ödev yapıyordu sobanın yanında. Kız, okula gitmiyordu daha. Sabah akşam yanından ayırmadığı perişan bir bebeği vardı, onunla meşguldü yine. Bebeğin saçına ikinci tokayı takarken elektrik kesildi. Perdeyi açıp dışarı baktılar; zifiri karanlıktı her yer. Yapacak bir şey yoktu. Uyumak için iyi bir gerekçeydi. Salonda, mum ışığında oturuyordu şimdi Selim'le Cevher. Selim’in babası, sobanın yanındaki yer yatağında uyuyordu. Kadınlar ve çocuklar diğer odada yatmışlardı. - Eee? Anlat bakalım! - Ben bi halt ettim Selim. - Hayrola? - Mustafa'yı öldürdüm. - Hangi Mustafa'yı? Gözleri fal taşı gibi açılan Selim böyle sormuştu ya kendisi de saçma bulmuştu soruyu. Asıl şaşırılacak olan konu, birini öldürmüş olması iken, hangi Mustafa olduğunun ne önemi vardı? Kaldı ki hangisi olduğunu tahmin etmesi zor değildi; para meselesinden Selim'in de haberi vardı. Mustafa çok ayıp etmişti o konuda. Ama cinayet?... Mustafa bunu hak etmiş miydi? - Çok üstüme vardı, Selim. Bir yıldır oyaladı durdu. Sen de biliyon işte. İhtiyacım olmasa neyse. - Öldü mü emin misin? - Galiba. - Neyle yaptın? - Bıçakladım. Bıçağı da kanala attım gelirken. - Allah allah! Ya kardeş, gerek var mıydı buna? Bırak, Allah’ından bulsun. Hem günaha girdin hem de başını derde soktun durduk yere! - Ne bileyim yahu. Bi de telefon almış son model. Kahvede millete hava atıp duruyordu. Sinirlendim ya, bişey de demedim. Kalktım eve gittim. Sonra orda da duramadım. Mutfaktan bi bıçak alıp çıktım. O da evine gidiyormuş, hamamın orda denk geldik. - Ee? - Eesi işte, tam hatırlamıyom işin orasını. Bi kaç sefer sapladım herhalde. Kaçtım hemen. - Gören oldu mu ki? - Sanmam. Sokak bomboştu. Hava da malûm zaten. - Ne yapmayı düşünüyon şimdi? - Bilmem ki. Dolmuşları görünce, dedim burda bi gece kalırım, yarın Antalya tarafına işte... Orda akrabalar filan var. - Tamam, kal da, sonra ne olacak? - Bilmiyom Selim gardaş. Belki ordan Adana tarafına, belki Suriye'ye filan geçebilirsem. Yaptık bi hata ya, teslim olamam bu yaşta. Size de sıkıntı vermem fazla. Yarın bu kar durur elbet. Soran olursa da "Haberim yok mevzudan, bir gece kaldı gitti" dersin. Başka bir şey konuşmadılar o gece. Sustular. Şehir de susuyordu. Caddeler, sokaklar susuyor, bulutlar konuşuyordu artık. Kar, o gece, o şehirden ayrılmak bilmiyordu. Sabah belediyenin anonsu duyuldu evden: Okullar tatil edilmişti. Kar çok yağmıştı bu kez ve hâlâ yağıyordu. Vedalaşıp çıktı. Normalde on beş dakikalık yürüme mesafesindeyken, bir saatte ancak varabildi garaja. Yollar da kaldırımlar da kapalıydı. İşe gitmeye çalışan insanların hepsi yayaydı. Tipi, yürümeye fırsat vermiyor, zemindeki kar ise diz boyuna geliyordu. Garajda aldığı bilgi sürpriz olmadı aslında ama yine de çok canı sıkıldı bu habere: Antalya yolu da dâhil olmak üzere tüm yollar kapalıydı. İstese, Beyşehir’e bile dönemeyecekti. Çaresiz, Selim'in evine yöneldi yine. Bata çıka ilerlemeye çalışırken, karşıdan gelen bir grupla çakıştı yolu. Kurt adımlarıyla, tek sıra halinde geliyorlardı. Aralarında konuşuyorlardı: - Kırk yaşıma geldim, böyle kış görmedim şehirde. - Öyle valla. Bu sefer fena. Allah afetinden korusun ya şu elektrik de gitmeyeydi. - Bizim kaloriferler de yanmadı haliyle. Donduk sabaha kadar. - Bu sene ayva çok olduydu ya, ben dediydim kış çetin geçecek diye! - He, sen dedin diye oldu! - Oğlum eskiler öyle der, duymadın mı? Selim'in evinde ısınırken, aklından geçen bir düşünce, neşesini yerine getirdi biraz. Doğru olmasını umut etti aslında: Yollar böyle kapalıyken, polis bile aramazdı onu belki de! Arabalar çıkamıyordu ne de olsa. Tabi, onu öldürürken gören olduysa! Evde sular da kesilmişti. Elektrik kesintisiyle bir bağlantısı var muhakkak, diyorlardı. Selim, dışarından kar getirip eritti sobanın üstünde. En azından su bedava, diye güldüler. "Kaloriferli evde otursan şimdi donmuştun Nazife Hanım" diye takıldı Selim karısına. "Bak bizim evdeki konfor hiçbirinde yok şimdi!" Yarım ağızla gülümsedi Nazife. Senede bir kaç gün olurdu böyle bir elektriksizlik. Ömrü sobalı evde geçecekti oysa. Selim ortak bir arkadaşlarını aradı. "Haberim yok gibi seni sorayım, dur bakalım" demişti Cevher'e. Ulaşamadı. Aradığı diğer bir tanıdığının telefonu da kapalıydı. Bu sessizlik Cevher'e daha büyük korku veriyordu. Dün gece rüyasında hep onunla uğraşmıştı zaten. Polis gelip burada, Selim'in evinde yakalıyordu rüyanın sonunda. Canı sıkıldı. Yakında büyük bir market vardı; akşam olmadan giyinip çıktı Cevher. Kaldığı eve öteberi almalıydı biraz. Çocuklara çikolata filan... Markette jeneratör vardı. Çok kalabalıktı ve raflar boşalmak üzereydi. "Sanki bedava, şuraya bak!" diye söylendi. Aldıklarını kasaya öderken, ilerdeki reyonlarda bir gürültü yükseldi. Bir müşteri, marketin yönetimine kızıyor, reyon görevlisine bağırıyordu: - Bu su, geçen gün yarı fiyatınaydı! Utanmaz fırsatçılar! Gerçekten de gün geçtikçe kar yağmaya devam ediyor, kar seviyesi yükseldikçe dükkânların önü uzun kuyruklarla doluyordu. İnsanlar, kar küremek için kürek almalıydı; fiyatı artmıştı. Isınmak için, soba, tüp, aydınlanmak için mum, jeneratör almalıydı; fiyatları artmıştı. Bu afet hali göstermişti ki insanoğlu çok kolay değişebiliyordu. Bu fırsatçılar, daha dün alışveriş yaptıkları, muhabbet ettikleri esnaftı oysaki. Lâfa gelince dünya iyisiydi hepsi de. Bir şeyi daha göstermişti bu hal; insanların yağ, şeker, ekmek gibi temel ihtiyaçlarının yanına artık bir de şarj ihtiyacı eklenmişti. Telefonlarını şarj etmek için uzun kuyruklar oluşturuyorlardı. "Gardaş, bir haftaya veririm" diyordu Mustafa. Arabası eski model de olsa bakımlıydı Cevher'in. Askerden döner dönmez almış, günü gününe ödeyerek borcunu bitirmişti. Horoz kesip kanından tamponuna sürmüştü bir parmak. Kaza bela sigortasıydı; eskilerden öyle duymuştu. Kazayı savuşturmuştu bir kaç sefer ya, Mustafa belasını önleyememişti. "Param haftaya gelecek, şimdi ver de bayrama memlekete gideyim", demişti. On saatlik yoldu onun memleketi. "Noterden vekâlet bari vermeseydim, ah ulan kafam!", diyordu şimdi. Arkadaş diye sihirli bir kelime vardı, tüm tecrübelerini unutturuyordu insana. Kar, lâpa lâpa yağmaya devam ediyordu. Okullar tatil oluyordu her gün. Şebeke suyu kısa sürede geldi ama elektrik hâlâ yoktu. Şehre giren iletim hatları kopmuş, demir direkler kırılıp bükülmüştü. Tamiri en az bir haftayı bulacaktı. Selim'in ulaşabildiği arkadaşları, kaç gündür Cevher'i de Mustafa'yı da görmediklerini söylediler. Şaşırtıcıydı bu. Mustafa neredeydi? Ölü de olsa yaralı da olsa biri bulmaz mıydı? Kar, şehir içinde bir metreye yaklaşmıştı. Park halinde kalmış arabaların yerini bulmak imkânsız, arabaları temizlemeye çalışmak da faydasızdı; çünkü gidebilecekleri yol yoktu. Kaldırımlarda yürümekse bir mucizeydi. Şehir, bir kaç günde, yüz yıl öncesine dönmüştü. Duydukları en inanılmaz haber, kurtların şehre inmesiydi. Ortalıkta insan ve araç olmayınca, meydan kurtlara kalmış, açlıktan bir köpeği parçalamışlardı. Sahibi sabah kemiklerini bulmuştu talihsiz köpeğinin. Cevher'i arayan soran yoktu. Anne babası öleli epey olmuştu zaten. Yalnız yaşıyordu. Polis de gelmemişti kapıya ama hâlâ tedirgindi. Uykuları sıçramalarla bölünüyor, sonra sabaha kadar uyuyamıyordu. Pencereye oturuyor, dışarıda, durmayı unutmuş gibi yağan karı seyrediyordu. Ne kadar güzeldi aslında. Bembeyaz bir örtü, ne de güzel örtüyordu şehrin üstünü. Pislikleri, günahları... Bir hafta böyle geçti Selim’in evinde. Sonra dış yolların açıldığını öğrendiler. Bu kez kesin olarak vedalaştı Selim'le ve bindi otobüse. İşler hiç umduğu gibi gitmemiş, bir anlık öfkenin sonunda, tüm hayatını değiştirmesi gerekmişti. Düşündüğü gibi olursa, biraz uğraşacak ama sonra tümden kurtulacaktı. 'Yeni bir sayfa açmak' kulağa hoş gelen bir cümleydi ama böyle mecburiyetten olunca çekilmiyordu işte. Başını cama yaslayıp, kaymak bağlamış dağların manzarasına daldı gitti. Lastiklerine zincir takılmış otobüs, buz üzerinde ağır ağır tırmanıyordu bin sekiz yüz râkıma doğru. Bölgedeki tüm il ve ilçeleri esareti altına alan kar ve tipi sonunda dinmiş, güneş yüzünü göstermişti. Bir gün, Selim'e bir telefon geldi Beyşehir’den. Tedirgin bir şekilde açtı. Arayan, daha önce arayıp, Cevher'i sorduğu ortak arkadaşları Cemil'di. - Buyur Cemil. - Ya Selim gardaşım, duydun mu diye aradım. - Neyi? - Mustafa'nın başına geleni. Sırtındaki ürperme, soğuktan değildi. - Ne oldu ki, hayırdır? - Kurtlar parçalamış bizim Mustafa'yı! - Ne?! Böyle bir şey duymayı hiç beklemiyordu. - Ya! Geçen, o karın çok yağdığı geceden beri ortalıkta yoktu, meğer saldırmışlar bu garibana gece vakti. Kimse de görmemiş tabi, dışarı çıkabilen yoktu ki. Sonra kar yağmış birikmiş üstüne. Şunca zamandır görünmemiş hiç karın altında. Ara sokakta bi yerdeymiş zaten. - Ne belli kurtların öldürdüğü? - Bellisi mi var gardaşım! Kemikleri kalmış zavallının, yemişler hep! Kimliği varmış cebinde, ondan bilinmiş. Bi de Cevher kayıp böyle! Korkarım ki onun başına da böyle bişey geldi. |
|||
Etiketler: Örtü, |
|